Yine bir iş günüydü ve giyeceği gömleği ve pantolonu geceden ayarlamıştı. Bunu yapmasa uyandığında dolabı açıp on dakika dikilir önünde ve hiçbir karar veremeden mutfağa gider kahvaltısını hazırlardı. Sabahın yedi buçuğunda yaptı kahvaltısını. Ona ‘’Bu saatte nasıl kahvaltı yapıyorsun?’’ diye soranlara gayet de güzel yapıyorum deyiverirdi.
Evden yine erken çıkamamıştı erken uyansa da, giyeceği şeyler hazır olsa da. Ne yaparsa yapsın saatinden önce çıkamazdı. Nasıl olduğuna da anlam veremiyordu bu durumun. Ama her zamanki koşuşturmacayı yaşamasa ne anlamı kalırdı metroya yetişmesinin. O mücadele hoşuna gidiyordu belki de. Bir teknik adamın ‘’Güzel olan yolun sonu değil, güzel olan yolun kendisi.’’ dediği gibi… Rahat rahat yürüyüp zamanından önce durağa gelip beklemek değildi istediği. Sadece topuk sesi duyduğu metro durağında beklemek onun içini açmıyordu pek. Tam merdivenlerin basamaklarını inerken gelen metroyu yakalayıp hiç beklemeden yola devam etmek istiyordu.
Bugün iki dakika geç çıkmıştı evden. Adımlarında sanki bir yere acelesi varmış ama yetişmese de olurmuş havası vardı. Bu kez merdivenleri inerken durağın boş olduğunu fark etti. Kaçırmıştı her gün aynı saatte geçen metroyu. Metro yeni gittiği içindir durak bomboştu. ‘’Acele etsem yetişir miydim acaba?’’ dedi kendi kendine. Gelenler oluyordu ve durak yine kalabalık bir hal aldı. Ama ne fark eder yine çıt ses çıkmıyordu insanlardan. Sadece donuk bakışlarla gelecek metroyu bekliyordu hepsi. Biraz gecikti diğer metro. Beklerken süre artınca da canı sıkılırdı Arif’in. Sonra aklına ‘’Beklemek mi zor, bekletilmek mi?’’ sorusu geldi ve düşünmeye başladı. Yıllardır böyle anlarda aklına geldiğinde bu soruyu düşünürdü ama hiçbir zaman da net bir cevap bulamayıp geri bırakırdı. Düşünmeyi seviyordu ama Arif, sonuca ulaşmasa da… Sonunda geldi ve müthiş bir kalabalık toplu şekilde hücum ediyordu metroya. Kendisi binemeyeceğini anlamıştı bu sefer, hiç zorlamadı bu yüzden. Aklındaki soruyu düşünmeye devam etti giden metroyu umursamayıp. Devam etti ama düşünüyse de bulamadı yine bir cevap. Belki de güzelliği buradaydı işin. Neyse deyip giden metronun ardından kafasını yana çevirdi. Elinde valizle kendine doğru bakan bir genç gördü. Zayıf yüzlü, sakalsız, hafif yanık tenli ama bu tatilden olacak yanık bir ten değildi. Belli ki güneşin altında çalışıyordu. ‘’Kaçırdık’’ dercesine bakıyordu genç ve gülümsüyordu bir yandan. Arif de gülümsedi ve kaçırdık dercesine kafasını salladı. Genç muhabbet açmak için birkaç cümle sarf etti. Ama oralı olmadı Arif ve gülümseyip gençten uzaklaşırcasına yürüdü istasyonda. Kocaman istasyonda bir tek o gencin sesi çıkıyordu bir de Arif’in adımlarının sesi… Sonra duraksadı ve bir köy delikanlısı havası sezdi gençte Arif. Bu donuk istasyona bir ses getirmişti genç aslında. Bu samimi bir duyguydu ve hoşuna gitmişti Arif’in. Kaçmadı sonra gençten ve konuşmaya başladı onunla. Abi diyordu Arif’e genç. ‘’Yaş kaç abi?’’ diye sordu ve Arif ‘’yirmi üç’’ dedi. Genç aynı yaşta olduğunu öğrenince bir duraksadı. Elini kafasına attı, nasıl olur dercesine. ‘’Aynı yaştaymışız abi.’’ dedi. Aynı yaştaydılar ama Arif’i abi yapan neydi? Üzerindekilere baktı hem kendinin hem gencin. Sonra kulaklarında Barış Manço’dan ‘’Meğerse tüm keramet ceketteymiş be Ahmet’’ sözleri çınladı. Ceket kul Ahmet’i nasıl Ahmet Bey yaptıysa Arif’i de abi yapmıştı sanki. Güldü içten içe. O sırada genç hala bir şeyler konuşuyordu ama Arif’in aklında, saygıyı sosyal statünün gördüğü, izdihamı vardı. Her insan saygıyı hak etmiyor muydu oysa?
Sonra metronun gelişinin çirkin sesiyle bir hareketlilik oldu istasyonda. Kapıları açıldı metronun ve insanlar var gücüyle yerleşmeye, bir koltuk bulmaya çalışıyordu. Genç de bu insanlardan biriydi ve hoşça kal bile diyemeden metroya girme kaygısıyla başka yere yöneldi. Arif hiç acele etmeden girdi metronun kapısından. Gencin adını bile soramamıştı, bir hoşça kal bile diyememişti. ‘Neyse’ deyip yoluna devam etti Arif de… Yoluna devam etmekten başka da bir seçenek yoktu sanki. Her halükarda insan yoluna devam etmeliydi değil mi? Birkaç durak sonra Arif de kendisine oturacak bir koltuk buldu.
‘’İstasyon insanları buradalar tesadüfen, aynı rüyayı görüp ayrı yerlere giden…’’ diye bir şarkı geldi aklına ve mırıldanmaya başladı içten içe. Sonra çıkarıp kulaklığını açtı Teoman’dan İstasyon İnsanları adlı şarkıyı. Ve içindeki hissi yaşayarak dinlemeye başladı. Şarkıyı dinlerken metronun karşı camındaki yansımadan fark etti ki yanındaki tüm koltuklar bomboş. İstediğime oturabilirim diyordu sanki yüzüne yansıyan hafif gülümseme. Sonra garip bir his oldu içinde. Bu koltuklar biraz önce paylaşılamayan koltuklardı çünkü. Tüm bu kargaşanın, paylaşılamayan koltukların değersizliğini görmüştü adeta camdaki yansımadan.
Bu kez de bu anlamsız kargaşanın sebebini düşünmeye koyulur kendi kendine. Yine düşündüğüyle kalır tabi Arif. ‘’Ne diye düşünüyorsam?’’ gibi bir surat ifadesiyle kendine kızmıştı sanki bu sefer de. Sonra da ineceği durağa geldi ve iş yerine doğru yürümeye başladı. Yanıtsızdı kafasında, istasyon insanlarının kargaşa sebebi. En sonunda ‘insan olmaktır’ dedi belki de tek cevap, insan olmak…