O gün öğleden sonra ehliyet için nüfusta randevum vardı. Hazırlanıp çıktım işimi halletmek adına. Önce sürücü kursundan dosyamı alacaktım. Nüfusa götüreceğim evraklar dosyadaymış. Zaten randevu tarihini de sürücü kursuyla belirledik. Neyse dosyayı almak için gittiğimde kursun başkanının çıktığını, dosyaların dolabında olduğunu, dolabının da kilitli olduğunu söylediler. Daha sonra da benden özür dileyerek başka bir güne randevu almamı istediler. İçimden ‘’Yalnız bu sorumsuzluk, sonuçta bu işin tarihini de saatini de biliyorsunuz.’’ demek geçti. Ama sinirlensem elime ne geçecek; anlıyorum, sağlık olsun deyip çıktım binadan.
Caddeye indiğimde ‘’Boşu boşuna geldik iyi mi?’’ dedim kendi kendime. Yeni aldığım botlar da ayağımı vuruyordu üstelik. O sırada:
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını
Günahkâr da sayılmazdı
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
Satırlarını sayıklamış Orhan Veli’den. O değil cadde üzerinde biri dikkat kesilse bu deli ne konuşuyor kendi kendine diyebilir. Ancak pandemide uygulanan yasaklarda esneme yapıldığı belli oluyordu ilk günlerinden. İnsan kalabalığı var ama hepsi kendi telaşesinde kayboluyordu sanki. Ben de dışarı çıkmışken biraz yürümek istedim fakat bu kalabalığın içinde değil. Daha sakin bir yola doğru yönümü değiştirdim. Ağır adımlarla on dakikalık bu yolun sonunda şehrin içinden geçen nehri görmüştüm. Trafiği tek yön olmasına rağmen iki tarafına da baktığım, şeritleri dar bir yoldan karşıya; nehrin kıyısına geçtim. Bir iki dakika sonra nehrin korkuluklarının yanında sakinliği bozan bir topluluk çarptı gözüme. Bu topluluk yolun karşısındaki çay ocağının müşterileri olsa gerekti. Orta yaş ve üzeri sınıftan ikili, üçlü nadiren de dörtlü ekipler iskemlelere oturmuş, çaylarını yudumlarken sohbet ediyorlardı. Birçoğu, vücudunun sağ tarafından vuran güneşle gözlerini hafif kısmış, yüzünü nehre dönmüş vaziyette oturuyordu. Lacivert paltolu, hafif kır saçlı bir adam etrafında oturan üç kişiye derince bir şey anlatırmışçasına ellerinin parmaklarını birbirine geçirmiş, ağır ağır konuşuyordu. Ben de ağır ağır yürümeye devam ettim bu tablonun kıyısından.
Baharın ilk günlerinin sıcak bir giriş yapması insanların yüzündeki samimiyeti artırmıştı sanki. Ya da bahardan bağımsız; yasakların kalkmasıyla yeniden mekânlarını açan esnafların neşesiydi bu. On dakika daha yürüdükten sonra evime yaklaşmıştım iyice. Botların ayağıma verdiği acıya rağmen nehrin kıyısından ayrılmak istemedim ve iki dakika daha uzattım yolumu. Burası daha sakin nehrin korkuluklarının olmadığı ufak kıvrımlı bir yoldu. Hatta beton basamaklarla nehrin sularına dokunabilecek kadar alçalan bir kısım vardı. Tam o kısmın beton basamaklarında şehrin kalabalığından kaçmış başörtülü iki yaşlı teyze oturuyordu. Yanlarında ufak krem rengi bir termosla çay ve iki karton bardak vardı. Hiçbir şey konuşmadan manzaranın keyfini çıkarıyorlardı. Belki kardeş belki dert ortağıydı bu iki kadın. Belki de her ikisi birden bilinmez. Görünen sadece şu ki: Bir tutam huzuru yaşıyorlardı şu anda…
Belki ufak bir iş için çıkmıştım onu da halledemedim ama bir sorumsuzluk, güzel bir manzara, biraz topuk acısı ve birkaç sıcak tablo sığdırmıştım yirmi dakikalık yürüyüşe. Daha ne olsun deyip evimin yolunu tuttum.
