Öne çıkan

İstasyon İnsanları

Yine bir iş günüydü ve giyeceği gömleği ve pantolonu geceden ayarlamıştı. Bunu yapmasa uyandığında dolabı açıp on dakika dikilir önünde ve hiçbir karar veremeden mutfağa gider kahvaltısını hazırlardı. Sabahın yedi buçuğunda yaptı kahvaltısını. Ona ‘’Bu saatte nasıl kahvaltı yapıyorsun?’’ diye soranlara gayet de güzel yapıyorum deyiverirdi.

Evden yine erken çıkamamıştı erken uyansa da, giyeceği şeyler hazır olsa da. Ne yaparsa yapsın saatinden önce çıkamazdı. Nasıl olduğuna da anlam veremiyordu bu durumun. Ama her zamanki koşuşturmacayı yaşamasa ne anlamı kalırdı metroya yetişmesinin. O mücadele hoşuna gidiyordu belki de. Bir teknik adamın ‘’Güzel olan yolun sonu değil, güzel olan yolun kendisi.’’ dediği gibi… Rahat rahat yürüyüp zamanından önce durağa gelip beklemek değildi istediği. Sadece topuk sesi duyduğu metro durağında beklemek onun içini açmıyordu pek. Tam merdivenlerin basamaklarını inerken gelen metroyu yakalayıp hiç beklemeden yola devam etmek istiyordu.

Bugün iki dakika geç çıkmıştı evden. Adımlarında sanki bir yere acelesi varmış ama yetişmese de olurmuş havası vardı. Bu kez merdivenleri inerken durağın boş olduğunu fark etti. Kaçırmıştı her gün aynı saatte geçen metroyu. Metro yeni gittiği içindir durak bomboştu. ‘’Acele etsem yetişir miydim acaba?’’ dedi kendi kendine. Gelenler oluyordu ve durak yine kalabalık bir hal aldı. Ama ne fark eder yine çıt ses çıkmıyordu insanlardan. Sadece donuk bakışlarla gelecek metroyu bekliyordu hepsi. Biraz gecikti diğer metro. Beklerken süre artınca da canı sıkılırdı Arif’in. Sonra aklına ‘’Beklemek mi zor, bekletilmek mi?’’ sorusu geldi ve düşünmeye başladı. Yıllardır böyle anlarda aklına geldiğinde bu soruyu düşünürdü ama hiçbir zaman da net bir cevap bulamayıp geri bırakırdı. Düşünmeyi seviyordu ama Arif, sonuca ulaşmasa da… Sonunda geldi ve müthiş bir kalabalık toplu şekilde hücum ediyordu metroya. Kendisi binemeyeceğini anlamıştı bu sefer, hiç zorlamadı bu yüzden. Aklındaki soruyu düşünmeye devam etti giden metroyu umursamayıp. Devam etti ama düşünüyse de bulamadı yine bir cevap. Belki de güzelliği buradaydı işin. Neyse deyip giden metronun ardından kafasını yana çevirdi. Elinde valizle kendine doğru bakan bir genç gördü. Zayıf yüzlü, sakalsız, hafif yanık tenli ama bu tatilden olacak yanık bir ten değildi. Belli ki güneşin altında çalışıyordu. ‘’Kaçırdık’’ dercesine bakıyordu genç ve gülümsüyordu bir yandan. Arif de gülümsedi ve kaçırdık dercesine kafasını salladı. Genç muhabbet açmak için birkaç cümle sarf etti. Ama oralı olmadı Arif ve gülümseyip gençten uzaklaşırcasına yürüdü istasyonda. Kocaman istasyonda bir tek o gencin sesi çıkıyordu bir de Arif’in adımlarının sesi… Sonra duraksadı ve bir köy delikanlısı havası sezdi gençte Arif. Bu donuk istasyona bir ses getirmişti genç aslında. Bu samimi bir duyguydu ve hoşuna gitmişti Arif’in. Kaçmadı sonra gençten ve konuşmaya başladı onunla. Abi diyordu Arif’e genç. ‘’Yaş kaç abi?’’ diye sordu ve Arif ‘’yirmi üç’’ dedi. Genç aynı yaşta olduğunu öğrenince bir duraksadı. Elini kafasına attı, nasıl olur dercesine. ‘’Aynı yaştaymışız abi.’’ dedi. Aynı yaştaydılar ama Arif’i abi yapan neydi? Üzerindekilere baktı hem kendinin hem gencin. Sonra kulaklarında Barış Manço’dan ‘’Meğerse tüm keramet ceketteymiş be Ahmet’’ sözleri çınladı. Ceket kul Ahmet’i nasıl Ahmet Bey yaptıysa Arif’i de abi yapmıştı sanki. Güldü içten içe. O sırada genç hala bir şeyler konuşuyordu ama Arif’in aklında, saygıyı sosyal statünün gördüğü, izdihamı vardı. Her insan saygıyı hak etmiyor muydu oysa?

Sonra metronun gelişinin çirkin sesiyle bir hareketlilik oldu istasyonda. Kapıları açıldı metronun ve insanlar var gücüyle yerleşmeye, bir koltuk bulmaya çalışıyordu. Genç de bu insanlardan biriydi ve hoşça kal bile diyemeden metroya girme kaygısıyla başka yere yöneldi. Arif hiç acele etmeden girdi metronun kapısından. Gencin adını bile soramamıştı, bir hoşça kal bile diyememişti. ‘Neyse’ deyip yoluna devam etti Arif de… Yoluna devam etmekten başka da bir seçenek yoktu sanki. Her halükarda insan yoluna devam etmeliydi değil mi? Birkaç durak sonra Arif de kendisine oturacak bir koltuk buldu.

‘’İstasyon insanları buradalar tesadüfen, aynı rüyayı görüp ayrı yerlere giden…’’ diye bir şarkı geldi aklına ve mırıldanmaya başladı içten içe. Sonra çıkarıp kulaklığını açtı Teoman’dan İstasyon İnsanları adlı şarkıyı. Ve içindeki hissi yaşayarak dinlemeye başladı. Şarkıyı dinlerken metronun karşı camındaki yansımadan fark etti ki yanındaki tüm koltuklar bomboş. İstediğime oturabilirim diyordu sanki yüzüne yansıyan hafif gülümseme. Sonra garip bir his oldu içinde. Bu koltuklar biraz önce paylaşılamayan koltuklardı çünkü. Tüm bu kargaşanın, paylaşılamayan koltukların değersizliğini görmüştü adeta camdaki yansımadan.

Bu kez de bu anlamsız kargaşanın sebebini düşünmeye koyulur kendi kendine. Yine düşündüğüyle kalır tabi Arif. ‘’Ne diye düşünüyorsam?’’ gibi bir surat ifadesiyle kendine kızmıştı sanki bu sefer de. Sonra da ineceği durağa geldi ve iş yerine doğru yürümeye başladı. Yanıtsızdı kafasında, istasyon insanlarının kargaşa sebebi. En sonunda ‘insan olmaktır’ dedi belki de tek cevap, insan olmak…

Saygı Kime, Neye?

Öğretmen olarak atandığım ilk görev yerime geleli iki hafta olmuştu. İlk haftam yeni evime yerleşme telaşesiyle geçmişti zaten.  Bir yandan da seminer haftası muhabbetine görev aldığım okula ayak basmıştım. Ama bu okul zeminine ilk kez ayak bastığım bir okul değildi. Burası sıradan bir okul da değildi. Burası aynı zamanda benim de ilkokulumdu. Dördüncü sınıfa kadar bu okulda okumuştum ve yaklaşık on beş yıl sonra adım attığım bu ön bahçede koşturmuştum. Anılarımın tepiştiği bu bahçeye artık bir öğretmen olarak giriş yapıyordum.

Henüz öğrencilerimi göremesem de okulda çalışan meslektaşlarımla tanıştım seminer haftasında. İçlerinden tanıdığım da vardı on beş yıl öncesinden. İlk hafta bitti ama ikinci hafta okula gidemedim. Öğretmenliğin bir de adaylığı vardı tabii. Bir yıl boyunca sürecek adaylık meselesinde almamız gereken seminerler varmış. Normalde bir yıla yayılan seminerler bazı şartlardan dolayı bir aya sıkıştırılmıştı. Bu bir ay içinde hafta içleri okula değil milli eğitim binasına gidip seminerlere katılmam katılacaktım. Velhasıl bir hafta da seminerlerle geçirdik. Bu bir haftada bir yandan da şehri tanıma adına keşiflere çıkıyordum. On yaşıma kadar burada yaşamış olsam da öyle pek bir şey anımsamıyordum.

Diğer hafta yine seminerlere devam ediyorum. Giyim konusunda da oldukça özenliyim. Mümkün mertebe kravat takıyorum. Seminerde tanıştığım birkaç arkadaş sürekli arabalardan konuşuyordu. Eee tabii mesleğini eline alan her memur gibi kredi çekerek bir şey sahibi olmayı istiyorlardı. Hayatından birkaç yılını borç ödeyerek geçirecek olsa da bu devirde başka türlü bir şey sahibi olamıyordun. Aynı borcun altına ben de girecektim muhtemelen. Tabii önce ehliyet almam gerekiyordu. Bunca zaman arabalara yönelik bir heves olmayınca ehliyet meselesini de erteleyip durmuştum.

Ama artık ertelemek yoktu. Seminer çıkışı apartman yöneticimizle konuştum. Eli kolu uzun bir adamdı. Elbet beni yönlendireceği bir sürücü kursu vardı. Öyle de oldu, hemen beni bir kursa yönlendirdi, ücretler konuşuldu sonrasında benden birkaç evrak istendi kayıt için. Sağlık raporu, vesikalık fotoğraf, diploma fotokopisi vesaire. Hemen işe koyuldum; evin yanındaki sağlık ocağından raporu aldım, evden diplomamı alıp fotokopi çektirmeye gittim. Hem bir yandan da flaş bellekten çıkartmam gereken dosyaları çıkaracaktım. Bir kırtasiye arayışına girdim. Bundan sonraki işlerim için de devamlı gideceğim bir yer olsun istiyorum. Sonunda bir kapı gözüme kestirdim ve içeri daldım. İnce yüzlü, zayıf, orta yaşlı, kibar bir adam beni karşıladı. İhtiyaçlarımı söyledim ve yapılmasını bekliyordum. İlk gördüğüm adam buranın sahibiymiş. Flaşı bir elemana verdi kendisi de fotokopimi çekmekle meşgul oldu. Sonra ayaküstü sohbet ettik ve tanışmış olduk kırtasiyeciyle. Bana oldukça saygı gösteriyordu anlayabiliyordum. Görev yaptığım okuldan, Elbistan’dan konuştuk biraz. Benim de kanım ısınmıştı adama. Tamam diyordum içimden bundan sonra kırtasiyemiz belli oldu. Gerçi biraz uzaktı evime ama sorun yoktu benim için.

Aradan bir hafta geçmişti ve benim birkaç belge çıkartmak için kırtasiyeye gitmem gerekti. Uzak da olsa yürümüştüm o kırtasiyeye. Ancak bu kez seminerden çıktığım gibi değil; ev halimle gitmiştim. Eşofman ve tişört vardı üzerimde. Güler yüzle girdim içeriye adamın beni tanıyacağını umut ederek. Ama tanımamıştı. Yüzündeki donuk bakıştan anlaşılıyordu. Sonra isteğimi dile getirdim. Adamın bana söylediği şuydu: ‘’Flaş bellekten çıktı veremiyoruz, bilgisayar zarar görüyor. Kusura bakmayın.’’ Bunu söylemeden önce üzerimdeki kıyafetleri süzmüştü. Muhtemelen de güven duyacağı bir izlenim alamamıştı. Geçen hafta aynı işlem için geldiğime ve o tanışmış olduğu öğretmen olduğuma getirmedim hiç sözü. Direk teşekkür edip çıktım oradan. Bir hafta önce aldığım çıktıyı bu kez alamamıştım.

İçimde bir kırgınlık, ağır adımlarla yeni bir kırtasiye aramaya başladım. Anlamıştım, geçen hafta saygıyı boynumdaki kravat, bileğimdeki saat ve sosyal statüm görmüştü. Bana sadece insan olduğum için saygı gösterecek bir yer arıyordum…

Dolmuş Durağı

Soğuk bir kış sabahıydı. Ocak ayının son günleri gelirken kara kış sanki var gücünü kullanıyordu bu şehrin üzerinde. Okullarda öğrenciler için birinci yarıyıl bitmişti ancak biz öğretmenler son bir toplantı için bir araya gelecektik. Toplantıda öyle aman aman da yapacak bir işimiz yoktu, belki yirmi otuz tane kâğıt imzalayacaktık o kadar. Zaten bizler toplantının amacının bu olmadığını da biliyorduk. Pandemi dolayısıyla eğitime evden devam ettiğimiz için uzun bir aradan sonra bir araya gelmekti maksat. Bir araya gelmenin zor olduğu bu salgın döneminde bir insanın değerini daha iyi anlıyorduk. Hava soğuk da olsa sıcak bir sohbetin içimizi ısıtacağı aşikârdı.

Kahvaltıdan sonra hızlıca hazırlandım. Gri ve siyah yatay şeritli kravatımı taktım. Siyah paltomu giyip gri fularımı da boynuma taktıktan sonra evden çıktım. Okulum merkez okul olmasına karşın ilçe merkezinin üç dört kilometre dışında kalıyordu. Bu yüzden okulumun güzergâhından geçen bir köy dolmuşu kullanıyordum. Her yarım saatte bir sefere kalkan dolmuş beni beş on dakikada okula ulaştırıyordu.

Toplantı saat ondaydı. Ben dokuz buçuk dolmuşuna yetişmek için evden çıkmıştım. Dışarıda eksi yirmi dereceye yakın bir soğuk vardı. Oldukça büyük bir ilçe olmasına rağmen bu soğuk Elbistan’ı sessiz sedasız kılıyordu. Çarşının merkezinde dahi insanlar el ile sayılacak kadar azdı. Vakit devlet dairelerinin başlama saatini geçtiği için şehir iş trafiğini de üstünden atmıştı zaten. Yol kenarındaki çukurlarda donmuş su birikintileri insanın içini titretmeye yetecek bir tabloydu. Şehrin sessizliği normal görmek gerekirdi bu yüzden. Ben tüm bunları aklımdan geçirirken dolmuş durağına gelmiştim. Orada duran şoföre sordum:

— Kaptan hangi araç yola çıkacak?

Beni şöyle bir süzdükten sonra kıyafetimden tahmin etmiş olsa gerek öğretmen olduğumu…

— Hocam dokuz buçukta gidecek aracın geceden mazotu donmuş, sanayiye gitti o yüzden. Ben de saat onda çıkarım, acelen yoksa biraz bekle.

‘’Bu saatten sonra acelem olsa da bekleyeceğim.’’ dedim içimden. Orta yaşın biraz üstünde, saçları epey dökülmüş, zayıf, uzun bir adamdı. Tanışıvermiştik ayaküstü Ali Kaptan’la orada. Ellerinin üstü çatlamıştı hep soğuktan. Burası başka dolmuşların da başlangıç noktasıydı aynı zamanda ve her ayrı şoför ekibi için bir oda ayrılmıştı. Ali Kaptan beni içeri davet etti.

— Gel hocam, soğukta bekleme!

Ben de ufak bir tebessümle cevap verip odaya geçtim. Ortadaki sobanın etrafına derme çatma birkaç koltuk eski de bir kanepe atılmıştı. Kapının hemen sağ tarafında da elli iki ekran bir tüplü televizyon duruyordu. İçeride biri ellili biri otuzlu yaşlarında iki adam daha oturuyordu. Ali Kaptan kapının önünde birisine daha sesleniyordu.

— Hasan Abi ne yapıyon soğukta? Sobayı yaktım gelsene.

Ali Kaptan, Hasan Abi diyordu ama benim için Hasan Amca’ydı içeri gelen adam. Yaklaşık yetmiş yaşında, kırışıklıkları oldukça artmış, hafif kilolu ancak yaşına rağmen fiziksel olarak oldukça dinç, giyim olarak da oldukça şıktı Hasan Amca. Kahverengi kadife pantolonu, lacivert düz paltosunun altında koyu mavi, kareli kışlık bir gömleği vardı. Önü açık paltosunun yaka kısımlarının altından beliren pantolon askısı ayrı bir şıklık katıyordu ona. İçeridekiler onu tanıyor ve oldukça saygı gösteriyorlardı. Derme çatma da olsa başköşedeki koltuğa davet ettiler Hasan Amca’yı.

İçeride laubali bir sohbet dönüyor ancak Hasan Amca hiç dahil olmuyordu. Sadece kendisine bir şey sorulursa cevaplıyordu. Daha sonra dolmuşun kenarında bekleyen bir bayan olduğunu gören Ali Kaptan on dakikaya çıkacağını söyleyerek onu da içeri davet etti. İçeri gelen bayan benim okulumda görev yapan Nefise Hoca’ydı. Beni görünce de ufak bir konuşma başlattı:

— Merhaba hocam, nasılsınız?

— İyi diyelim iyi olalım hocam, siz nasılsınız?

— Teşekkür ederim.

Hâl hatır sorma faslının ardından odada ufak bir sessizlik oldu. İçeriye bir bayan öğretmenin gelişi laubali sohbetin sonunu getirmişti çünkü. Ancak çok geçmeden daha seviyeli bir sohbet başladı ve bu sohbete Hasan Amca da katılıyordu. Konu yaşamın zorluğundan ülke ekonomisine kadar gelmişti. Ekonomiden aşırı şikâyetçi olduğu belli olan Hasan Amca yine de hiç sakinliğini bozmadan eleştirdi bu durumu. Sonra da derin bir iç geçirip ‘’Çok şükür sağlığımız yerinde.’’ dedi. Bunu demesiyle iç cebinden sigara çıkarması da bir oldu. Sonra anlatmaya başladı Hasan Amca:

— Benim üç şeye zaafım var; sigara, kahve, alkol. Aslında hastalığım da var ama bırakamıyorum. Bir gün hastanede randevum var. Doktoru beklerken orada bir roman okuyorum. Aziz Nesin’in ‘’Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’’ adlı romanı. Çok severim Aziz Nesin’i de. Sonra doktor beni içeri çağırdığında ‘’İlk defa burada beklerken kitap okuyan bir hastaya rastladım. Bu yaptığın çok hoşuma gitti ama sigarayı bırakman gerek.’’ dedi. Ben de ‘’Doktorum tutamayacağım sözü veremem ama hatırın için denerim.’’ dedim. Azalttım da bayağı ama tam olarak bırakamadım. Sahi yasak mıydı burada içmek?

Duvarda sigara içilmez yazısı vardı aslında ama Ali Kaptan:

— Sana serbest ya bir şey olmaz biz de yola çıkacaz zaten.

— Yok, öyle olmaz ben dışarıda içerim.

Ben de ‘’Çıkacağız cidden Hasan Amca iç burada.’’ dedim ama ‘’Olmaz, bir kural varsa o kural herkes içindir.’’ deyip çıktı. Biz de Ali Kaptan ve Nefise Hoca’yla yola çıktık birkaç dakika sonrasında. Hasan Amca’nın mütevaziliği, beyefendiliği çok hoşuma gitmişti. Yolda Ali Kaptan’a lafını açtım.

— Hasan Amca çok kibarmış valla

— Öyledir, bakma sen ona oradaki tüm durakların sahibi kendi.

— Hadi ya!

— Öyle ya Elbistan’ın en zenginlerinden… İngiltere’de yaşıyordu pek uğramazdı buralara ama yaşlanınca hepten döndü. Baya hasta zaten eee para her şey değil.

— Doğru, sonuçta ölümlü dünya ama mesele insanlık… Biz müsait bir yerde inelim Ali Kaptan.

— Tamam hocam, hayırlı günler.

— Sağ olasın Ali Kaptan, hayırlı günler.

Beş on dakika gecikmeli de olsa okula gelmiştik. Zaten be hala Hasan Amca’nın gösterdiği mütevazilikteydim. Durakların hepsinin sahibi olduğunu öğrenince gösterdiği tutum daha bir değerli gelmişti. Eee ne demiştik ‘’Mesele insanlık…’’ Hasan Amca da güzel insandı tanıdığım kadarıyla. Bir insanı ne kadar sürede tanıyabilirdik ya da iyi tanıyabilmek için neye ihtiyacımız vardı? Bu soruların cevapları sürekli değişkenlik gösterir. Ancak iyi insan değişkenlik göstermezdi, şartları değişkenlik gösterse bile…

Mogan Gölü Balıkçıları

Bir mart günüydü. İbrahim Bey ve Hatice Hanım mesken edindikleri Mogan Gölü’ne gelmişlerdi. Kendileri için biraz uzak olsa da çok seviyorlardı burayı. En güzel anılarını burada biriktirmiş, en güzel fotoğraflarını burada çektirmişlerdi. İbrahim Bey Hatice Hanım’ın elini sıkıca kavradı ve:

Ne tarafa gidelim canım, sağ mı sol mu?

Önce biraz dinlensek olur mu?

Yol yordu tabi, o zaman sağ tarafa doğru gideriz sakin bir yerde göle bakan bir bank bulur otururuz. Hadi bakalım.

Gölün kenarına yarım bir çember çizmiş gibi eğimli, uzunca yürüyüş yoluna girip sağa doğru yürüdüler. Bu yürüyüş yolunun sola uzanan kısmı beton sağa uzanan kısmı ise her yeri ahşaptan, korkuluklu bir yol. Gölün kenarında yetişen sazlıklar yer yer daha fazla uzamış ve ahşap yola gölge oluşturuyorlardı. Bu gölgelerin birinde bir bank bulup oturdular dinlenmek adına. İbrahim Bey sağ tarafı daha çok seviyordu. Daha sakindi çünkü. Yürüyüş yapan birkaç insanın ahşap yoldaki ayak sesleri ve arka tarafta top oynayan çocukların koşturmacaları dışında pek ses olmazdı burada. Hatta burada yalnız balıkçılara rastlarken diğer tarafta kayalıklarda yan yana birçok balıkçı görmek mümkündü. Sol kısımda kafeteryalar falan da vardı zaten.

            İbrahim Bey oturunca konuşacak bir şey bulamadığı zamanlarda uzun uzun Hatice Hanım’ın yüzüne bakardı. Bugün de diyecek bir şey bulamamış olsa gerek, gözlerini sabitledi Hatice Hanım’a. O öyle bakınca Hatice Hanım’ın gerginlikle mutluluk arasındaki ruh haliyle ve çocuksu şirin sesiyle:

Ne oldu, niye öyle bakıyorsun?

Diye sormaktan alıkoyamadı kendini. İbrahim Bey her zamanki gibi bu soruya cevap vermeyip, ufak bir tebessümle kötü bir şey yok demeye getirdi. Hatta iyi bir şeydi bu. ‘’Güzel olmaya da güzeldi Hatice başka sebep mi gerek ki öylece bakmam için.’’ diye geçirdi içinden. Tabi tüm bu iç düşünceleri Hatice Hanım anlayabildi mi bilinmez, ama sessizliği bozan da o olmuştu:

Fotoğraf çekelim mi?

Olur, sen şu tarafa geç ben renkleri ayarlayıp makineyi kurayım.

Süreyi ayarladı, yanına geçti ve çektiler fotoğrafı. Bunu birkaç kez daha yapıp fotoğraflara bakmak için oturdular banklarına. Yine çok güzel fotoğraflar vardı içlerinde. İbrahim Bey içinden ‘’ İyi ki şu makine var, bize bir aktivite oluyor.’’ dedi. Gerçekten de birlikteyken yaptıkları şeyler çok mu kısıtlıydı. Ama aslolan hiçbir şey yapmadan da mutlu olabilmek değil miydi?

            Onlar fotoğraflara bakarken yalnız bir balıkçı kurulmuştu hemen sol çaprazlarına. Aralarında tekrardan kısa bir süre sessizlik olunca İbrahim Bey elini Hatice Hanım’ın omzuna atıp balıkçıyı seyretmeye koyuldu. Artık balıkçı da bu sessizliğe ortak olmuştu. Birkaç dakika sonra ‘’Gel biraz yürüyelim.’’ diyerek bu kez sessizliği bozan İbrahim Bey olmuştu.

            Sağa doğru oldukça yürüyüp geri döndüler. Sol tarafa, kalabalığa doğru… Bu uzun yürüyüş boyunca İbrahim Bey, yazdığı hikâyelerden, uğraşlarından bahsetti. Sonra gündelik olaylardan, zorlandıkları durumlardan konuştular iki yakın dost edasıyla. Bu sohbet içten içe Hatice Hanım’ın hoşuna gitmişti. Her ne kadar edebiyata ilgisi olmasa da İbrahim Bey’in çabalarını dinlemekten memnundu. Bu sırada sol taraftaki kalabalığın her zamankinden çok daha fazla olduğunu fark ettiler. Böylesine yoğunluğu ilk defa görmüşlerdi. Bu kalabalık İbrahim Bey ve Hatice Hanım’ı rahatsız etmişti ama kayalıklardaki balıkçılar için hava hoştu. Bunca kalabalık onlar için önemli değildi. Onlar hep işlerinde, sabırlı bir bekleyişin içindelerdi. Beklemekti belki de güzel olan. ‘’Sait Faik boş yere sevmemişti balıkçıları.’’ dedi içinden İbrahim Bey. Sonra da edebiyata pek ilgisi olmadığını bilse de Hatice Hanım’a sormak istedi:

Ne dersin sevgilim, Sait Faik boş yere sevmemiş demi balıkçıları?

Volga Kızıl Akarken

İlk görev yeri olarak atandığı bir köy okulunda İngilizce öğretmeniydi Alperen. Ilık Ege kıyılarının meltemlerini bırakıp gelmişti bu karasal iklimin boy gösterdiği doğu ilçesine. İklimleri, coğrafi bölgeleri, bunca yolu aşıp gelince kültürel farklılıkları görmemek mümkün mü? Alperen üslubuyla, bakış açısıyla, giyimiyle ilk bakışta belli ediyordu farklı bir yörenin insanı olduğunu. Buralar dar geliyordu ona belliydi ama elindeki ile yetinerek de mutlu olmayı biliyordu sanki. Farklılıkların içindeki güzellikleri görebilmekti zaten aslolan.

            Gelmesinin üstüne altı yedi ay kadar da vakit geçmişti Alperen’in. İlçeyi, görev yaptığı köyü ve kültürünü biraz tanımış bir miktar da adapte olmayı bilmişti. Kendinden de bir şeyleri buradaki insanlara aşılamayı amaç edinmişti bir yandan. Bunun ilk adımı olarak köy yerindeki öğrencilere kitap okumayı sevdirmek için çabalamaya başlamıştı. Tarih öğretmeni olan babasından kalan bir alışkanlıktan elinde, çantasında hep bir kitap olurdu Alperen’in.

            Okulda olduğu bir kış günüydü ve yetmiş seksen yaşlarında bir amca okula gelip bulmuştu Alperen’i. ‘Evladım bana Volga Kızıl Akarken adlı kitabı bulabilir misin?’’ dedi. Alperen içinden hangi öğrencinin velisi acaba diye düşünürken ‘’Tamam amca bulurum.’’ deyip geçiştirdi. Amca birkaç gün sonra tekrar okula, Alperen’in yanına uğradı.

— Evladım, bulabildin mi kitabı, Volga Kızıl Akarken?

— Bulacağım amca, haftaya gel al kitabı.

Bu ikinci ziyaretin üzerine Alperen içinde biraz merakla birlikte kitabın siparişini verdi. Kitap bir Kırım Tatar Türk’ünün Sibirya’ya sürgüne gönderilmesini ve yaşadığı anıları konu alıyordu. Diğer hafta geldiğinde amca okula gelip kitabı aldı. Almadan önce bir isim yazıp imza atmasını istedi. Alperen merakını yine saklayıp bir şey sormadı, amcayı da kırmadı. Bir tarih bir isim yazdı bir de imza attı verdi kitabı. Alperen kitabı amcanın kendisi için istediğine, okuma ihtimaline hiç yormamıştı. Buralarda okuyan pek de birine rastlamamıştı hani. Aradan geçen bir haftadan sonra amca yine okula geldi.

— Evladım ben bu kitabı bitirdim, buyur.

Kitabı amcanın okuduğunu öğrenince çok mutlu hisseden Alperen içten bir tebessümle:

— Amca kitap sende kalsın ben sana hediye ettim. Ama soramadım da merak ediyorum mevzusu ne bu kitabın?

— Senden iyi olmasın bir öğretmen vardı bu okulda. Bana sürekli kitap verirdi, ben de okudukça geri getirirdim. Buradan ayrılmadan önce de bu kitabın ismini söyleyip mutlaka oku demişti. Sen de sağ olasın, bu duruma vesile oldun…

Ufak Bir İş İçin

O gün öğleden sonra ehliyet için nüfusta randevum vardı. Hazırlanıp çıktım işimi halletmek adına. Önce sürücü kursundan dosyamı alacaktım. Nüfusa götüreceğim evraklar dosyadaymış. Zaten randevu tarihini de sürücü kursuyla belirledik. Neyse dosyayı almak için gittiğimde kursun başkanının çıktığını, dosyaların dolabında olduğunu, dolabının da kilitli olduğunu söylediler. Daha sonra da benden özür dileyerek başka bir güne randevu almamı istediler. İçimden ‘’Yalnız bu sorumsuzluk, sonuçta bu işin tarihini de saatini de biliyorsunuz.’’ demek geçti. Ama sinirlensem elime ne geçecek; anlıyorum, sağlık olsun deyip çıktım binadan.

           Caddeye indiğimde ‘’Boşu boşuna geldik iyi mi?’’ dedim kendi kendime. Yeni aldığım botlar da ayağımı vuruyordu üstelik. O sırada:

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah’ın adını

Günahkâr da sayılmazdı

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

Satırlarını sayıklamış Orhan Veli’den. O değil cadde üzerinde biri dikkat kesilse bu deli ne konuşuyor kendi kendine diyebilir. Ancak pandemide uygulanan yasaklarda esneme yapıldığı belli oluyordu ilk günlerinden. İnsan kalabalığı var ama hepsi kendi telaşesinde kayboluyordu sanki. Ben de dışarı çıkmışken biraz yürümek istedim fakat bu kalabalığın içinde değil. Daha sakin bir yola doğru yönümü değiştirdim. Ağır adımlarla on dakikalık bu yolun sonunda şehrin içinden geçen nehri görmüştüm. Trafiği tek yön olmasına rağmen iki tarafına da baktığım, şeritleri dar bir yoldan karşıya; nehrin kıyısına geçtim. Bir iki dakika sonra nehrin korkuluklarının yanında sakinliği bozan bir topluluk çarptı gözüme. Bu topluluk yolun karşısındaki çay ocağının müşterileri olsa gerekti. Orta yaş ve üzeri sınıftan ikili, üçlü nadiren de dörtlü ekipler iskemlelere oturmuş, çaylarını yudumlarken sohbet ediyorlardı. Birçoğu, vücudunun sağ tarafından vuran güneşle gözlerini hafif kısmış, yüzünü nehre dönmüş vaziyette oturuyordu. Lacivert paltolu, hafif kır saçlı bir adam etrafında oturan üç kişiye derince bir şey anlatırmışçasına ellerinin parmaklarını birbirine geçirmiş, ağır ağır konuşuyordu. Ben de ağır ağır yürümeye devam ettim bu tablonun kıyısından.

            Baharın ilk günlerinin sıcak bir giriş yapması insanların yüzündeki samimiyeti artırmıştı sanki. Ya da bahardan bağımsız; yasakların kalkmasıyla yeniden mekânlarını açan esnafların neşesiydi bu. On dakika daha yürüdükten sonra evime yaklaşmıştım iyice. Botların ayağıma verdiği acıya rağmen nehrin kıyısından ayrılmak istemedim ve iki dakika daha uzattım yolumu. Burası daha sakin nehrin korkuluklarının olmadığı ufak kıvrımlı bir yoldu. Hatta beton basamaklarla nehrin sularına dokunabilecek kadar alçalan bir kısım vardı. Tam o kısmın beton basamaklarında şehrin kalabalığından kaçmış başörtülü iki yaşlı teyze oturuyordu. Yanlarında ufak krem rengi bir termosla çay ve iki karton bardak vardı. Hiçbir şey konuşmadan manzaranın keyfini çıkarıyorlardı. Belki kardeş belki dert ortağıydı bu iki kadın. Belki de her ikisi birden bilinmez. Görünen sadece şu ki: Bir tutam huzuru yaşıyorlardı şu anda…

            Belki ufak bir iş için çıkmıştım onu da halledemedim ama bir sorumsuzluk, güzel bir manzara, biraz topuk acısı ve birkaç sıcak tablo sığdırmıştım yirmi dakikalık yürüyüşe. Daha ne olsun deyip evimin yolunu tuttum.

”Çirkince” İnceleme

Garip bir başlık olmuş olabilir. Bu yazıya Sabahattin Ali’nin 1947 yılında kaleme aldığı ‘’Çirkince’’ adlı hikâye vesile oldu. Hikâye ismi olarak da enteresan tabi ki ama bakalım ne anlatmak istemiş Sabahattin Ali.

            Yazar bu hikâyede çıkacağı bir tren yolculuğunun öncesini anlatıyor. Gideceği sefere daha uzun saatler olduğu için vaktini nasıl değerlendireceğini düşünüyor. Daha sonra bulunduğu mevkie yakın olan bir köy geliyor aklına. Bundan yaklaşık otuz yıl önce kendisi daha çocukken bir sebeple de olsa annesiyle birlikte Çirkince köyüne gidiyor. Bu köy yeşilin yeşil olduğu, incir yapraklarının göz aldığı, üzüm salkımlarının insanı kendine çektiği bir köy. Tarım yapan, toprağı işleyen, insanı da toprağın verdiği samimiyeti yüzüne vuran türden bir yer. Sait Faik “Ben dünyada balıkçıları, toprakla uğraşan rençberleri severim. Yalnız onları… O kadar…” diyerek bu duruma destek vermiş yeterince. Bu köyün görüntüsünde de insanında da o sevilesi sıcaklık varmış. Böyle bir yerin adı nasıl olur da Çirkince olur demiş yazar kendi kendine. Tabi bunu çocukken soruyor kendine ama o zamanlar çok sevdiği için burayı otuz yıl aradan sonra tekrar gidip görmek istiyor vakti varken. Biraz uzak kalıyor bulunduğu konuma ama civar köylerin birine gidip sorup soruşturuyor Çirkince’ye varmak için.

            Köy kahvesinde otururken emekli bir öğretmen geliyor Sabahattin Ali’nin yanına. Köylüler haber vermiş olsa gerek, adam bir at getiriyor yazarımıza. Atı telsim etmeden merakından ‘’Ne işin var orada’’ diye soruyor emekli öğretmen. Sabahattin Ali, görmek istediğini anlatıyor çok fazla detay vermeden adam da ‘’Bu sıcakta gitmeni tavsiye etmem ama sen bilirsin.’’ deyip atı ödünç veriyor yazarımıza.

            Sabahattin Ali aradığı köye ulaştığında aradığı gibi bulamıyor. Çocukken geldiğinde kaldığı ev harabe olmuş, o verimli topraklar eskisi gibi kullanılmıyor, tarımla uğraşan yerliler kalmamış köyde. Rastgelen birkaç kişiden duyduklarına göre topraklar hep birkaç zenginin elinde toplanmış, onlar da orada yaşamıyormuş. Toprağını satan köylüler de pek yaşamaz olmuş burada. Gerçi hoş toprağını satmayan nadir kişiler de köyde insan olmadığı için işleyememiş. Öyle böyle boş bir harabeye dönmüş zamanla köy.

            Neyse yazarımız ödünç aldığı atı teslim etmek için geri dönüyor. İçinin burukluğu yüzüne vurmuş olsa gerek emekli öğretmen ‘’Gördünüz mü Çirkince’yi?’’ diyerek alaycı bir bakış atıyor. Emekli öğretmen tam ayrılacakken müsaade buyurarak o köyün adının artık Çirkince olmadığını söylüyor. Zamanında valilik kararıyla vatanın böyle güzel bir köşesinin adı Çirkince olmamalı deyip köyün adı Şirince olarak değiştiriliyor. Şimdi ise yılın belli dönemlerinde rağbet gören turistik bir tatil köyüne dönüştü Şirince.

            Bir tarım köyü Çirkince’den bir tatil köyüne evrilen Şirince’nin değişim öyküsü bu şekilde. Değişimin sürekli olduğu dünyada kim bilir daha nelerin farkına varamadık, kim bilir daha neler öğreneceğiz.   

Her İnsanın Bir Cümlesi Olmalı

‘’Ölüm bilinci insanı kendi cümlesini düşünmeye davet ediyor. Bana öyle oldu.’’ diyerek noktalamış yazısını zamanında. Ben de bugün bu cümleyle başlıyorum yazıma. Aslında bu tamamen ona ait bir yazı olacak. Bu yazı, bugün aramızdan ayrılan psikolog ve yazar Doğan Cüceloğlu anısına. Ve ben bugün sadece bir aracı onun kaleminden bir yazıyı sizlerle paylaşacağım.

Her insanın bir cümlesi olmalı kararını verdikten sonra ‘’Çocukluğunu doya doya yaşamanın önemini anlamış bir toplum oluşturmaya katkıda bulunmak.’’ olarak belirlemişti bu hayattaki cümlesini Doğan Cüceloğlu.

Bizlere çocuk ruhuna eğilmeyi, çocukluğu yaşamanın önemini sürekli aşılamaya çalıştı. Bir çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiği, doğru tutumları ve sorumluluk bilincini nasıl edineceği konusunda ışık tuttu. Doğru yetiştirilen her çocuğun toplum için birer tohum olduğunu hatırlattı. Bunlardan öte nasıl kendimiz olacağımızı, nasıl özgür ve sorumluluk sahibi yetişkinler olacağımızı bizlere hatırlattı. Bizi bize fark ettiren güzel insan, toprağın bol olsun.

Sevgi, saygı ve rahmetle anıyor ve sizleri Doğan Cüceloğlu’yla baş başa bırakıyorum.

“ Maydanoz Doğan ”

Bir düşünür, “Büyük insan tek bir cümledir,” demiş. Bu bana doğru geldi. Sevgili lise edebiyat öğretmenim Cahit Okurer benim gözümde büyük bir insandı ve cümlesi, “Olabileceğim en iyi öğretmen olmak,” idi. Gerçekten de çok iyi bir öğretmendi ve benim kendi cümlemi bulmamda onun katkısı büyüktür. İstanbul Üniversitesi’nde Hocam Prof. Mümtaz Turhan’ın temel cümlesi şuydu: “Bilimsel tutum ve bilimsel düşüncenin Türk toplumunda yaygınlaşıp kök salmasına hizmet etmek.” Ömrü boyunca çabalarını ve üretimini bu temel cümlenin etrafında topladı. Bu iki öğretmenim, olabileceğim en iyi bilim insanı olmam yönünde beni derinden etkiledi.

Kendime sordum, benim “cümlem” var mı, varsa ne, diye. Evet var ve içimin keşfettiği şu: “Çocukluğunu doya doya yaşamanın önemini anlamış bir toplum oluşturmaya katkıda bulunmak.” Bu cümleyi düşündükçe mutluluk duyuyorum. Biliyorum, bu yaşamda benim gönlümün muradı bu.

Bu cümlenin içinde benim için neler var:

• Önce toplumla ilgili bir gözlem var: Diyor ki, içinde yaşadığım toplum çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasının önemini yeterince kavrayamamış, tam bilincine varamamış bir toplumdur.

• İkinci olarak da bu cümlenin içinde benim için bir eylem planı gizli: Yaşamımın anlamı bu cümleyle tutarlı yaşamama bağlı.

Çocukların çocukluğunu doya doya yaşamasının öneminin yeterince kavranamamış olduğu benim için aşikâr; bu konuda benimle hem fikir olmaya bilirsiniz. Burada kanıtlar sıralamayacağım. Zaten İçimizdeki Çocuk, Yetişkin Çocuklar ve Korku Kültürü kitaplarında yeteri kadar bu konuda gözlemler yapıyorum.

Biliyor musunuz, aslında bu yazıyı kendim için yazıyorum. Ömrümün geri kalan kısmını temel cümlemle tutarlı geçirmem için nelerin farkında olmalıyım? Bunun ne demek olduğunun iyice bilincine varmak için yazıyorum.

İlk farkına varmam gereken şey, sanırım, ne kadar zamanımın, üretken ömrümün kaldığı.

Şu an yetmiş dört yaşındayım. Bilinmez ama diyelim ki, seksen beş yaşına kadar üretken bir yaşamım var. Bu aşağı yukarı on bir yıl eder. Her yıl bir ay kadar çocuklarımı ziyaret ve yaz tatili olarak düşünecek olursam, yılda on bir ay çalışmış olurum; demek ki toplam 121 ay üretici ömrüm kaldı. Bu kadar ay, 484 hafta eder. Haftanın beş günü çalışırsam, çalışma günü olarak 2420 günüm var demektir. Günde dolu dolu sekiz saat çalıştığımı düşünelim, demek ki üretici olarak kullanabileceğim 19,360 saatim var. Otuz yaşında olsaydım, seksen beş yaşına kadar üretici olarak kullanabileceğim 96,800 saatim olacaktı. Ben otuz yaşındayken birisi benden bir saatlik bir zaman istese idi, zamanımın 1/96,800’ini almış olacaktı. Ama biri benim şimdi bir saatlik zamanımı aldığında, zamanımın 1/19,360’ını almış oluyor. Yani otuz yaşımdaki beş saatime denk bir değeri almış oluyor.

Demek oluyor ki, yetmiş dört yaşındaki Doğan zamanımı planlarken otuz yaşındaki Doğan’ın bilincinden daha duyarlı biri olması gerekiyor.

Zamanımı kullanırken daha duyarlı biri olmak ne demek?

“Maydanoz Doğan” olma durumuna son vermem gerekiyor. Maydanoz her yemeğe, salataya konabilecek bir sebze. Doğan da insanla ilgili her konuda konuşabilecek biri olarak algılanıyor ve davet ediliyor. Bana gelen mektup ve davetleri şöyle bir gözden geçirdiğim zaman görüyorum ki akla gelen tüm insan sorunlarıyla ilgili yazmam ve konuşma yapmam isteniyor.

Çocuğum altını ıslatıyor.

Kocamın annesi çok kıskanç, beni kıskanıyor.

Patron bazı çalışanları ayırt ediyor.

Ben ortanca çocuğum, bunaldım.

İş bulamıyorum, bana yardım eder misiniz?

Sevgilimin annesi babası beni kabul etmiyor, kendimi nasıl kabul ettirebilirim?

Çalışanlar işyerinde kaytarıyor; güler yüz yaramıyor. Ne yapayım?

Psikoloji bölümünü seçmek istiyorum; doğru mu karar veriyorum, bana yardım eder misiniz?

Hocamız “A” konusunda bir ödev verdi; bana bu konuda yardım etmenizi istiyorum.

“M” kentindeki “S” okulunun “B” derneğinin başkanıyım, lütfen bize gelin ve “Z” konusunda bir konuşma yapın.

“X” konusunda bir kitap yazdım, ekte gönderiyorum, lütfen okuyun ve bana bu kitabı bastırmam için yardım edin. (Bu taleplerden her hafta en azından bir tane alıyorum.)

Sizin kitaplarınızı okudum, sizi çok beğeniyorum, sizinle tanışmayı çok istiyorum; sizinle tanıştıktan sonra, yakın arkadaşlarımın da sizi tanımasını istiyorum.

Bir arkadaşımla “N” konusunda tartıştık; o şöyle dedi, ben böyle dedim. Hangimiz haklıyız, lütfen bildirin.

Depresyondayım, lütfen bana umut ve neşe verecek bir şeyler yazın.

Ve benzeri… . .

Benim temel cümlemi hatırlayalım: “Çocukluğunu doya doya yaşamanın önemini anlamış bir toplum oluşturmaya katkıda bulunmak.”

Çocukların yaşamını etkileyenler/etkileyecek olanlar kimler? Şimdiki anneler, babalar, öğretmenler, geleceğin anneleri, babaları, öğretmenleri. Evet, yazacağım kitapların, vereceğim konferans ve seminerlerin, yapacağım televizyon programlarının hedef kitleleri bunlar olmalı. Zamanımı da ancak bu cümleme hizmet eden taleplere harcamalıyım. Bu da benden talepte bulunan bazı kişileri hayal kırıklığına uğratabileceğim anlamına geliyor.

İşte böyle.

Ölüm bilinci insanı kendi cümlesini düşünmeye davet ediyor. Bana öyle oldu.

Doğan Cüceloğlu (22.01.2012)

http://www.dogancuceloglu.net/yazilar/792/maydanoz-dogan/

16 Şubat 2021

Not: Yayımda yaşanan aksaklık nedeniyle tarih ikilemi olmuştur. Yazının asıl tarihi 16 Şubat’tır.

İki Simit Bir Yolculuk

Sabah erken kalkınca biraz kitap okumaya, birkaç bir şey yazmaya vakit ayırdığı için ya da koşuya çıkıp spor yaptığı için mutlu hissederdi kendini. Ama bu hissi son zamanlarda pek de yaşayamamıştı Erdem. Soğuk havalar onu biraz tembelleştirmiş yatağıyla olan bağını biraz da güçlendirmişti sanki.

Bu sabah da son bir iki haftada olduğu gibi istediği saatte kalkamamıştı yatağından. Aslında istediği saatte uyanmış ama harekete geçme isteği gelmemişti içinden. Sonra da önceden daha hevesliydim sanki deyip kapattı gözlerini. Tekrar uyandığında biraz geç kalktığı için kendine şikâyet ederken uyuşuk bir halde lavaboya gitti. Sonra sabah rutini olarak yatağın başucuna uyumadan önce koyduğu bir bardak suyu içti. Sağlığı için sabah uyanınca su içmenin faydalı olduğu biliyordu.

Usulca pencerenin kenarına gidip perdeyi çekti bir çırpıda. Geceden yağan kar da sanki bir çırpıda bembeyaz yapmıştı şehri. Pencere kenarında evinin dağlara bakan manzarasında bir an duraksadı. Sonra aklına evde ekmek kalmadığı geldi. Bu soğukta kim çıkacak dışarı dercesine giydi kabanını üzerine. Eldivenini, beresini takarken vestiyerin üzerinde bolca bozuk para olduğunu görünce iki de simit alayım dedi içinden. Kendisi değil de bozuk paralar karar vermişti sanki çay simit keyfine.

Kar yağması onun için pek bir anlam ifade etmiyordu artık. Etraf bembeyaz ama o görevlendirildiği sınava takılıp alması gereken belgeler için Milli Eğitim Müdürlüğü binasına gitmesi gerekiyor mu onu düşünüyordu. Eldivenini çıkarıp dokunmadı bile çıplak ellerle yeni yağmış karlara, sırf ellerinin üşümemesi için. Sınav saat kaçtaydı, faturaları ödemiş miydi, ayın kaçı bugün, kiraya ne kadar kaldı… Çocuklar çok keyifli bir şekilde karda oynuyordu Erdem tüm bunları hesap ederken. Şu anda daha büyük bir keyif yoktu muhtemelen. Hayattan keyif almanın birazcık çocuk kalmakla bağlantısı vardı belki de. Kendi çocukluğundaki yaptığı kardan adamlar, saatlerce süren kartopu savaşları geldi aklına. O zaman parmak uçlarını hissetmese de soğuktan sımsıkı yapıp fırlatırdı kartoplarını. Soğuk bu akıl almaz mutluluğa engel değildi o zaman. Tek derdi çorabına kadar ıslanmış vaziyette eve gidince annesinden işiteceği azardı. Olsun, nihayetinde üzerindeki kıyafetleri değiştirdikten sonra sobanın başucunda yorgunluğun getirdiği tatlı bir uykuya dalacaktı. Büyüdükçe kendisiyle birlikte dertler de büyüyordu galiba. Çocukların oyununu ufak bir tebessümle düşünürken tüm bunlar geçmişti aklından. Bu sırada bir miktar yol yürüyüp iki tane simit almıştı çayının yanına. Simitler sıcacıktı ve evde bekleyen çayı da öyle olacaktı. Gülümsedi ve benimki de çocuklarınkinden çok aşağı kalır bir keyif değil dedi kendi kendine.  Ardından bu keyfi bekletmemek için evine doğru hızlandı adımları.

Yalnız eve gelir gelmez ilk işi uyandığında yaşayamadığı hissi yaşamak için pencereden manzarasına bakmak oldu. Bulutlar bembeyaz dağlara eşlik etmek için oradaydı. Sonra fotoğraf makinesini alıp bu eşsiz görüntüyü ölümsüzleştirdi. Bir kez daha farkına vardı; hayata bu şekilde bakabildiği sürece mutluluk tükenmeyecekti…

53. Sokak’ta Beş Dakika

            Bahar yavaş yavaş yüzünü gösteriyor, havanın da ısınmasıyla yeryüzü daha bir renkli görünüyordu artık. Düğünler, şenlikler de başlıyor hal böyle olunca. Yılın bu vakitlerinde hafta sonunun sessizliğini bozan düğünler, doğanın canlanmasıyla birlikte boy gösterdi.

            Bir fotoğrafçıda çalışıyordu Halil ve bu zamanlarda hafta sonları düğünlere gidip çekim yapıyordu. Çok haz etmese de düğünlerden yaklaşık üç yıldır bu fotoğrafçıda çalışıp para kazanıyordu. Evden çıkmıştı yine bir gün çekime yetişmek için koştur koştur. Pazardı günlerden çok belliydi. Sabahın onunda hiç ses çıkmayışından anlamıştı, sıralı dizilmiş apartmanların bulunduğu sokaktan. Boydan boya sıralı apartmanlardan oluşmuş bir sokak ama birbirini tanıyordu çoğu kişi. Betonlaşmalar burada yok etmemiş komşuluğu, paylaşmayı henüz. 53. Sokak’ta…

            Halil tanımazdı ama öyle herkesi. Ev sahibi Mehmet Abi’yi çıkarırsak bir karşı komşusu Anıl bir de alt katta yalnız yaşayan ve asansör dışında selamlaşmadığı Ertuğrul. Ha bir de apartman yöneticisi Mustafa. Zaten Mustafa da her seferinde unutur Halil’in kim olduğunu, aidat zamanlarında geri hatırlardı. Halil de her ay gitmezdi ama aidat için. Ay ay vermeye utanırdı o parayı, borcunu biriktirip toplu verirdi iki üç ayın aidatını birden. Bazen önden versem iki üç ayın aidatını diye düşünür ama ”Ne olacağımız belli mi vaktinden önce niye vereyim ki?” diyip vazgeçerdi bu fikrinden. Bunun da etkisi vardır Mustafa’nın ara ara Halil’i unutmasında. Gerçi parayı vermek için gittiğinde de kapıyı ya çocuğu ya eşi açtığından pek gördüğü de söylenemez Mustafa’nın Halil’i. Gayet de normal aslında. İnsan ayda yılda bir gördüğü insanı nasıl tanısın?

            Tüm bunlara rağmen yine de sokakta birbirini tanıyan aileler, onların birlikte oyun oynayan çocukları, kadınların balkondan balkona sohbetleri, futbol maçına dalmış çocukların akşam yemeği vakti ailesi tarafından çağrılması hoşuna giderdi Halil’in.

­—”Yusuf hadi oğlum yemek hazır eve gel!” cümlesini annenin ağzından:

—”Tamam anne beş dakikaya geliyorum.” çocuktan duyardı. Herkese yabancı da olsa bir nebze mutlu oluyordu bunlara şahit olunca insan. Özellikle de çocukluğu böyle geçince insanın…

            Beş dakika daha fazla oynamaktır çocuğun derdi o sokakta. Halil de zamanında kendisinin böyle olduğunu hisseder. Zamanla evlere hapsolan, betonarmelerin içinde büyüyen çocuklara üzülür bazen de. O çocuklar beş dakikanın ne kadar önemli bir şey olduğunu bilmeyecek belki hiç. Beş dakikanın nasıl büyük bir zaman dilimi olduğundan bi haber çocuklar yetişiyor diyip iç geçirdi Halil. Beş dakikanın gözünde küçüldüğünü hissetti aslında. Arada biraz da buna üzüldü belliydi. Büyüdükçe zaman daha hızlıydı, daha fazla sorumluluk, daha fazla tasa demekti büyümek. Tek derdinin beş dakika daha fazla oyun oynamak olmasını istedi belki de o an. Sonra çekime gitmeden beş dakika evde kahve içip düşünmeye dalmak gibi bir derdi olduğu geldi aklına. Birden gülümsedi kendi kendine öyle olunca. Evet başka sorumluluklar vardı; işe gidecekti, para kazanacaktı, eve dönünce ne yemek yapacaktı? Olsun dedi ama o kıymetli beş dakikanın hevesini bir nebze de olsa hissetti. Tüm bunları düşünürken sokağı ortaladığını fark etti. Saatine baktı otobüs beş dakikaya geçecekti duraktan. Beş dakika yeniden küçücük göründü gözüne ve otobüse yetişmek için hızlı adımlarla geçti 53. Sokak’ın kaldırımlarından…